Geçen yıl Erol Büyükburç’u ebediyete uğurladığımız 14 mart günü önce Cemal Reşit Rey’de tören yapıldı…
Fatih Mühürdar’ın sunumu üstlendiği programda saygı duruşu yapıldı, kızı Evren Büyükburç’un itinayla hazırladığı slayt gösterisi sonrası sıra konuşmacılara geldi…
Baha Boduroğlu, Burhan Şeşen, benden sonra bugüne kadar çok uzun bir süre menajerliğini yapan, “Manevi oğlu” Osman Nuri Yazıcı, Metin Özülkü, Sezen Cumhur Önal’dan sonra mikrofon sırası bana geldi…
Acısı yüreğimde, hayatımın en zor konuşmasıydı diyebilirim…
İşte kayıtlara geçen o konuşmam;
“O TÜRK POP MÜZİĞİMİZİN İLK VE EN ÖNEMLİ KİLOMETRE TAŞLARINDAN BİRİSİYDİ.
İNTERNETİN, HATTA TELEVİZYONLARIN OLMADIĞI O DEVİRDE EDİRNE’DEN ARDAHAN’A KADAR HALKININ AYAĞINA GİTTİĞİ HER İLDE VE İLÇEDE VERDİĞİ KONSERLERİNDE, TURNELERİNDE DEVAMLI İZDİHAM YAŞANMIŞTIR… GÜNDE AYRI MEKANLARDA 3-4 EKSTRA VERDİĞİ GÜNLERİN SAYISI AZ DEĞİLDİR…
TENOR SESİ, YABANCI POP MÜZİĞİNDEN, CAZDAN, ARJANTİN TANGOLARINDAN, LATİN VE ROCK MÜZİĞİNDEN TÜRK POP, SANAT VE FOLK MÜZİĞİNE UZANAN GENİŞ YELPAZESİNDE YER ALAN REPERTUARINDA BİNLERCE PARÇAYI BARINDIRIYORDU… BUNLARIN İÇİNDE SÖZÜYLE, BESTELERİYLE KENDİSİNE AİT YÜZLERCESİ VARDI…
BENZERSİZ ŞÖHRETİ ONU HİÇ BİR ZAMAN ŞIMARTMADI… MÜTEVAZİLİĞİ, SAMİMİYETİYLE GÖNÜLLERİMİZDE TAHT KURDU… ZEKİ, İLERİ GÖRÜŞLÜ, ÇAĞDAŞ, YENİLİKÇİ VE İNANILMAZ ÜRETKENDİ… TERTEMİZ KALBİ VARDI… İŞİNE BÜYÜK SAYGI DUYDU HAYATI BOYUNCA…
GAZİNOLARI DOLDURDU, TAŞIRDI, FİLM YAPIMCILARINI PEŞİNDEN KOŞTURDU AMA HİÇ BİRİNİ ÜZMEDİ, DARILTMADI…
KAPISININ ÖNÜNDE ONU GÖREBİLMEK, ONA DOKUNABİLMEK İÇİN KAMP KURAN KADINLARI HATIRLIYORUM… DAİRESİ İSE GÜZEL KADINLARIN CİRİT ATTİĞİ MABET GİBİYDİ…
HEP EL ÜSTÜNDE TUTULDU…
ONU BUGÜN DEFNEDECEĞİMİZ ZİNCİRLİKUYU MEZARLIĞININ KAPISINDA KOCAMAN YAZILI BİR İBARE VARDIR…
“HER FANİ BİR GÜN ÖLÜMÜ TADACAKTIR…”
ALLAH GECİNDEN VERSİN AMA, HEPİMİZ BİR GÜN MUSALLA TAŞINDA DUALARLA, HELLALLİKLERLE DEFİN SIRASINI BEKLERKEN, HOCA EFENDİ SORACAK…
“NASIL BİLİRDİNİZ ?…” DİYECEK…
SİZLERİ BİLEMEM AMA, BENDENİZ ÇOĞU KEZ İSLAMİ GÖREVİMİ YAPAR, “İYİ BİLİRDİK…” DER, HELALLİK VERİRKEN İÇİMDEN “İYİYDİ, HOŞTU AMA…” DİYE BAŞLAYAN CÜMLELERE DÖKÜLEN DUYGU VE DÜŞÜNCELERİME ENGEL OLAMADIĞIMI ÇOK İYİ HATIRLARIM…
AMA BU GÜN EMİNİM, “İYİ BİLİRDİK…” CEVABINI VE ARDINDAN
HELALLİKLERİNİZİ EN İÇTEN DUYGULARLA TEK BİR YÜREK VE SESLE DÜŞÜNMEDEN VERECEĞİNİZDEN O KADAR EMİNİM Kİ ?…
ÖTE TARAFTA MİLLİ ORKESTRA EN SONUNDA ONUNLA TAMAMLANDI… ARTIK ÇOK DAHA GÜÇLÜ…
SON OLARAK, BİZİ YUKARILARDAN BİR YERLERDEN SEYRETTİĞİNE İNANDIĞIM EFSANEYE, ÇOK ŞEYLER BORÇLU OLDUĞUM EROL AĞABEYİME SESLENMEK İSTİYORUM…
“ELBET BİR GÜN BULUŞACAĞIZ EROL AĞABEY, BU BÖYLE YARIM KALMAYACAK… SAYGILARIMI SUNUYORUM…”
Efsaneyi Levent Camiinde kılınan öğle namazını müteakip, Zincirlikuyu mezarlığı’ndaki aile kabristanına rahmet yağmuruyla defnettik…
60′lı, 70′li yıllara imza atmış sanatçı ve müzisyanler ile çok katkıda bulunduğu diğer dost bildikleri arasında son görevlerini çok önemli mazeretleri olanlar dışında yapmayanlar çok ayıp ettiler…
Cumhurbaşkanının da vefat sebebini araştırıp, tam öğrenmeden “Programı öncesi ölümü düşündürücü” sözleri yadırgandı ve hepimizi çok üzdü…
………..
Altmışlı yılların başlarıydı… İzmir Fuarı alışagelmiş kalabalığıyla, rengârenk ışıklarıyla, birbirlerini bastırmaya çalışan müzik sesleriyle ve de gürültüleriyle canlılığının doruğundaydı…
Hele gazinolar… Devrin en büyük solistleri dev neonlarda yerlerini almışlar, siyah-beyaz posterleriyle duvarları süslemişler, çalıştıkları gazinolarının gişelerinde uzun kuyruklar oluşturmuşlardı…
Hatırımda tüm canlılığı ve ayrıntılarıyla kalan 2 dev neon o zamanlar büyük ilgimi çekmişti… Fuarın en iddialı bahçelerinden Manolya’da yeşil renkte ZEKİ MÜREN, karşısındaki Akasyalar’ da ise mavi renkte dev EROL BÜYÜKBURÇ neonları sanki aralarında seviyeli bir güç gösterisi yapmaktaydı…
Bu ışık ve kuyruk savaşlarının galibini saptamak öyle her baba yiğidin işi değildi… İki dev sanatçı da zirvedeydi ve geniş kitleleri peşlerinden koşturmakta, sürüklemekteydi…
Gazino sahnelerine yenilikler getirerek geniş repertuarlarıyla ve de sahne performanslarıyla estetiği, kıyafeti ve Show’u ön plana çıkartan bu unutulmaz sanatçıların özellikle çarşamba günleri bayanlara verdikleri
matinelerin yerleri başkaydı…
Sabahın erken saatlerinde, ellerinde evlerinde büyük hünerlerle yaptıkları yemeklerle, birbirlerini çiğneyerek ağustos ayının dayanılması zor sıcağında sahneye yakın, önlerde bir yer kapabilmek için verdikleri mücadeleyi hala aynı tazeliğiyle hatırlıyorum…
Evet… Gene öylesine bir matinenin sonuydu…
Rahmetli annemle gezdiğimiz fuarın, işte o an, belki de en hareketli ve hararetli olan yeri, Akasyalar gazinosunun arka kulis kapısının önüydü…
Mahşeri kalabalık, büyük tezahürat yaparak, delicesine hayran oldukları genci, Türk hafif batı müziğinin starının çıkmasını bekliyordu…
Anneciğimle merakımız, o kalabalığın bir anda ortalarında bir yerde sıkışıp kalmamıza yetmişti… Derken büyük bir dalgalanma oldu…
Bağırışlara çılgın çığlıklar karıştı… Ve… Kulis kapısının önünde beyaz gömleği, pantolonu, çorabı, ayakkabısı, sarı papyonuyla EROL BÜYÜKBURÇ gözüktü…
Kulis kapısının önündeki üstü açık, beyaz spor Amerikan arabasının arka koltuğuna elindeki İspanyol gitarı zorlukla bıraktı… Bıraktı bırakmasına da, ön kapıyı açıp, direksiyona geçiş süreci kadınların üstünü başını didik didik etmesine yetmişti de artmıştı bile…
Yüzlerce bayan, taptıkları gencin üzerine çoktan çullanmıştı…
Kimisi masum bir dokunuş, belki bir öpücük, bir imzalı fotoğrafla yetinmeyi kar ve mutluluk sayarken, büyük çoğunluk gencin üstünü başını liğmeliyor, yırtıyor, koparttıkları parçayla bile tatmin olamıyordu…
EROL BÜYÜKBURÇ’un ise ilgiden memnun olmasına karşın herkesi memnun etmeye, gittikçe artan dozajı karşılamaya sahneden kalma yorgunluğuyla imkânı kalmamıştı…
Son bir hamle yapıp, direksiyona geçti… Arabasını çalıştırdı ve ağır ağır ilerlemeye başladı…
Küçücük aklımla, hiç karşılaşmadığım bu tablo karşısında o kadar etkilenmiş ve irkilmiştim ki, annemin beni oradan uzaklaştırma girişimi külahlarca dondurma vaatlerine karşın işe yaramamıştı…
Ağzım açık kalmıştı… Hele güzel, frapan giyimli ablaların ve teyzelerin beyaz spor arabanın önlerine “Ez beni” diye attıkları keskin çığlıklar beni daha da şaşırtıyordu…
EROL BÜYÜKBURÇ önümüzden geçerken acaba bana mı tebessüm etti diye anneme defalarca danışmıştım…
Gözümü ondan ayıramıyordum… Arkasından uzunca bir süre öylece baka kaldım… “Ne muhteşem insan? …” diye düşündüm…
O bir kaç dakika onun koyu hayranlarından biri olmama yetmişti…
Evet… Artık O benim içinde bir ilahtı…
Plaklarını aldığım, bıkmadan, usanmadan defalarca dinlediğim…
Ve… bir gün, O ilahla karşı karşıya geleceğimi ve O muhteşem insanın hayatımı değiştireceğini nereden bilebilirdim ki? …
Hele hele öz abim kadar yakın olacağımı, bana hayatımdaki en büyük onur olan menajerliğini vereceğini?… Sırlarını paylaşabileceğimi? …
Çok küçük yaşlarda geçirdiğim bir rahatsızlık dolayısıyla arada sırada kekelemek zorunda kalışım, sevgili Türkçe hocam rahmetli Haydar Ediskun tarafından bana okul müsameresinde metazori verilen bir figüran rol sayesinde giderildikten sonra artık okulumuz tiyatro kolunun vazgeçilmez elemanlarından biri olmuştum. Olmasına olmuştum da, bizim tiyatro kolu Fransızca piyesler de sergilemeye başlayana kadar pek bizim frerlerin ilgi alanına maalesef girmiyordu… Çektiğimiz en büyük güçlük, bu uğurda yapmak zorunda olduğumuz kaçınılmaz masraflardı ve bu masrafların en büyük bölümü de dekorlarımız için gidiyordu…
O yıl Güngör Dilmen Kalyoncu’nun “Kurban” isimli tragedyasını oynamak üzere çalışmalara başlamıştık… Sahne dekorumuzun taslağını arkadaşlarımla beraber çıkardığımızda bizim boyumuzu hayli aşan bir mali tabloyla karşılaştık… Buna çok anlayışlı olan müdürümüz Frere Himber bile elini sürmezdi… Hoş gerçi bir sene sonra oynadığımız Fransızca oyun için belki de bu ihtiyacımızın üç mislini koparmıştık ama dediğim gibi Fransızca olma özelliği bu bonkör ikramı sağlamıştı! …
Arkadaşlarımı yanıma toplayıp, morallerini yükseltmeye çalışırken aklıma gelen parlak fikri onlarla paylaştım… Pekâlâ, bir konser düzenleyebilir, karıyla da tüm ihtiyaçlarımızı karşılayabilirdik… Ama hepsi üzerime hücum etti…
“-Daha tiyatroyu beceremiyoruz, yüzümüze gözümüze bulaştırıyoruz, bir de başımıza konser sarma! …” dedikten sonra aralarından biri gözlerini kısarak koluma girdi… Diğerleri de etrafımı sardı… Hani derlerdi ya… “Bir deli kuyuya taş atar… Bin akıllı çıkartamaz! …”
İşte bu söze o günden sonra itibar eder olmuşumdur…
“-Peki… Söyle bakalım! … Hangi sanatçıyı getireceğiz de bizim salaş salonumuzda konser verdireceğiz? …”
Bir diğeri ekledi…
“-Salon da 200 kişi alır almaz…”
Öteki dürttü…
“-Ayıp ediyorsun be! … Sen sanatçı ayarla, ben oraya balık istifi 500 kişi atmazsam bana da palavracı demesinler! …”
Onlar didine ve havaya gire dursunlar ben senaryomu yazmaya çoktan başlamıştım… Hayranı olduğum tek bir sanatçı vardı…
Kundaktan kurtulup, kısa pantolon giymeye başladığım, kendi gözlerimle dünyaya bakar olmaya başladığım zamandan beri O’nu herkes gibi ben de bir efsane olarak görmeye başlamıştım… Markajlarından sıyrılarak bağırdım…
“-Erol Büyükburç !…”
Arkadaşlarımın gözleri az daha yuvalarından fırlayacaktı…
Dudak bükerek alaycı alaycı cevap verdiler…
“-İstersen bir de Elvis’i çağıralım ha ne dersin? …”
Ses dergisinden yalvar yakar telefonu bulundu…
Ve ellerim titreye titreye o numarayı çevirdim… Keratalar artık işin ciddiyetini iyice kavramışlar, telefonun ahizesinin neredeyse içine gireceklerdi… Telefonu çalıyordu…
Kalbim küt küt atıyordu… Telefona bir bayan cevap verdi…
İsmimizi, anne ve baba adımızı, doğum yeri ve tarihini aldıktan ve amacımızı iyice öğrenip, ezberledikten sonra süre isteyerek telefon başından ayrıldı…
İçeriden kız sesleri geliyordu…
Sanki teneffüste olan bir kız kolejine bağlanmıştık…
Birkaç sancılı ve bol acılı dakika sonrası Erol Büyükburç karşımızdaydı…
Aman Allah’ım, O… Erol Büyükburç? … Telefonun öte yüzündeydi… Bu elimin ayaklarıma dolanması için yeterli bir sebepti…
Kendimi toparladım… En kötü ihtimalle kızacak, belki rahatsız ettiğim için küfredecek, belki de telefonu yüzüme kapatacaktı…
Hayır… Hayır… Hiçbiri olmadı…
Üstelik çok kibar bir ses tonuyla ve inanılmaz bir anlayışla isteğimizi dinledi ve…
“-Neden olmasın ?..” dedi…
Sadece arkadaşlarım arasında değil, tüm okul da, hatta kardeş okulumuz (!) Notre Dame De Sion’da bile ismim “Erol Büyükburç ile konuşan şanslı genç” olarak nam ve prim yapmaya başlamıştı… (Bu basın ve medya o zamanlarda ne yazık ki daha teşekkül etmemişti! …)
Çamlık’taki muhteşem evine vardığımda heyecanımın katsayısı beni telef edecek düzeydeydi…
Kapıyı o sesi telefondan gelen kızlardan biri açtı… Peri kadar güzeldi…
Masmavi gözlerine bakarken çikolata kutusu yerine çantamı uzattığım için ne kadar utanmıştım…
Evin içine buyur edildikten sonra peri adedi katlanınca cennette olup olmadığımı kontrol ederek kendimi cimciklediğimi dün gibi hatırlıyorum…
Bir genç kız ordusu resmen evi istila etmişti… Şaşkınlığım gayet doğaldı… Ben hiç bu kadar güzel kızı bir arada görmemiştim…
Bir güzellik yarışması yapılsa içlerinde elenecek tek bir kız yoktu! …
Kapıda Erol Büyükburç gözükünce şok yerini yeni bir şoka bıraktı…
İşte efsane adam karşımdaydı! … Yakışıklı, kendinden emin ama bir o kadar alçak gönüllü…
Beni kucakladı… Dakikalarını hatta saatlerini ayırdı…
Paranın hiç önemi olmadığını, bizden hiç bir ücret almadan bu konseri vereceğini de ekleyince o günün hayatımda “şoklar günü” olarak yer alacağından iyice emin oldum…
Konser mükemmel geçti… Hatta bizim çocuklar üstün bir gayret ve performans göstermişti ve ellerinde konser bileti olan gençleri 200 kişilik salonumuza birkaç kat balık istifi yerleştirmişlerdi… Öyle ki herkes kızlı erkekli kucak kucağa oturuyordu (Böylece çöpçatanlıkta da haklı bir üne sahip olduk ve sevaba girdik! …) Hatta dışarıda kalan biletlileri içeri üçer beşer iterken 5-6 metre ilerdeki diğer kapalı kapı basınçtan açılıyor, üçer beşer kişi kendilerini tekrar bahçede buluyorlardı ! …
Artık elimizde dekorumuzu lüks sayılabilecek tarzda yapabilmemiz için yeterli paramız vardı…
Hatta pasajda başarımızı topluca kutlayabilecek kadar da ilave bir moral fonu çoktan tarafımdan ayarlanmıştı…
Bu arada Erol Büyükburç ile abi/kardeşlik ilişkileri kısa sürede gelişti…
Artık randevulara birlikte gidiyorduk. Konser kulislerinde de yer almaya başlamam pek gecikmedi…
Arada önemli sayılabilecek para miktarlarını emanet alıyor, sırlarını paylaşıyor, hatta utanmadan fikir bile verdiğim oluyordu…
Üstelik sayesinde çevrem gittikçe genişliyor, tanınıp, ayıptır söylemesi, ünlenmeye de başlıyordum…
Hani bir tek menajerliğim eksik kalmıştı… Ama bunun için yemem gereken ekmek miktarını fırın bazında hesaplamaya çoktan başlamıştım…
Bir gün Bebek parkından geçiyordum… Erol abimden (Büyükburç) aldığım 2 saatlik çarşı iznimi (!) en güzel Bebek’te değerlendirmeyi düşünmüştüm…
O zamanlar, şimdiki parkın olduğu yerde Türkiye’nin sayılı gazinolarından birisi, Bebek Park Gazinosu vardı…
Sahibi (Allah rahmet eylesin…) Asım bey beni yanına çağırdı…
Bürosuna geçtik… Sigarasını yakıp, koltuğuna dayandıktan sonra karşısında, duvarda asılı Erol Büyükburç posterini bana gösterip, iç çekti…
“-Erol abini bir ayarlasak ta, Gönül’le (Yazar) birlikte Zeki beyin (Müren) Aşiyan programına kadar bir bomba patlatsak ha ne dersin ?…” (Aklı sıra beni kullanacaktı…)
Tedirgin oturduğum koltuğun arkasına şöyle iyice bir yaslandım…
Artık çikolata ile kandırılacak yaşı çoktan aşmıştım! …
Üstelik Erol abime takıla takıla konser ve gazino rayiç ve raconlarını da hatırı sayılır biçimde öğrenmeye başlamıştım! …
Tüm sanatçıların yevmiyelerini kerrat cetveli gibi gözüm kapalı ezbere sayabilirdim…
“-Bu pek kolay değil…” diye söze bodoslama giriverdim… Ve bana ısmarladığı dondurma külahını yalayarak ekledim…
“-Gönül Yazar Hanım ile neonları, gazete ilanlarını ve afişleri tanzim etmek çok zor! …
İsimler aynı puntoda olmalı bir kere? …”
Asım bey elinde kalem kâğıt not aldığı masasından öfkelenerek ayağa kalktı…
“-Ne yani? … Gazetede aynı büyüklükte mi olacak isimleri? …”
“-Sadece isimleri değil… Fotoğrafları da…”
“-Ama! …” Diyecek oldu… Devamını getirmeyi başaramadı… Çoktan lafları ağzına tıkmıştım! …
“-Üstelik şu ışıklı neon meselesi! …”
“-Anlamadım? …
“-Şu caddeye bakan ışıklı neon? …” dedim… Ekledim…
“Gönül hanımın ismini aşağıya yazamayacağınıza göre, aynı büyüklükte ek bir neon direği daha eklemeniz gerek…
Tabii aynı puntoda, EROL BÜYÜKBURÇ yazacak…”
“-Olmaz öyle saçmalık! …” diye ayağa kalkıp, oda içinde sinirli sinirli volta atmaya başladı… Bende de amma cesaret vardı o zamanlar! …
Belindeki tabancayı görüyordum görmesine ama su tabancasından onu daha ayırabilecek “back round”um henüz yoktu…
“-Ben artık kalksam iyi olacak! …” dedim… Önüme geçti…
İçinden sövüyordu belki ama zoraki, sahte bir gülücükle…
“-Otur! …” dedi… “Belki anlaşabiliriz ?…”
Sağ başparmağımla işaret parmağımı birbirine sürterek…
“-Sonra yevmiye meselesi? …” dedim…
“-Anlaşırız canım…” diye pişkin pişkin sırıttı! …
“-Üç buçuk! …” diye kestirip attım! …
Nefesi kesildi… Boğazına bir şeyler kaçmışçasına arka arkaya beş altı kere öksürdü…
“-Saçmalama !… Ben Gönül’e sazlarıyla iki buçuk veriyorum !…”
İki bin beş yüz lira o zaman (1972) çok büyük paraydı…
“-Olabilir! …” dedim… Ekledim…
“-Ha sonra pazar umuma matineyi de kabul etmeyiz! … Finali bir gün Gönül Hanım, bir gün
Erol abi yapar… Ama çarşamba bayanlar matinelerinde finali hep abim yapar! …
“-Üç veriyorum! …”
Gözüm belindeki silaha tekrar kaydı… Ama direttim! …
Asım bey cebinden çıkardığı mendille sinirinden boşalan terleri silerken baktığımda yüzü pancar gibi olmuştu…
Üstelik gömleğinin 2 düğmesini daha açtı! …
Bunun boynundaki kalın altın zinciri göstermek için olmadığını çok iyi anlamıştım? …
Ayağa kalkıp, umurumda değilmiş gibi kapıya yönelirken son blöfümü de kullanmak zorunda hissettim kendimi…
“-Valla işinize gelirse? …
Biz konserlerden bu paranın mislisini kazanıyoruz !… Turneler de cabası…”
Arkamdan bağırdı…
“-Tamam lan! … Yeter! … Öldüreceksin beni! …” ekledi… “Her şey kabul! … Getir afişleri !…”
Bebek’ten Etiler’e nasıl tırmandığımı çok iyi hatırlıyorum… Tıpkı az sonra evde Erol abimin karşısına oturduğum an gibi…
Elindeki Ses mecmuasının sayfasını değiştirmesini kolluyordum… Lafa bir yerden de girmem gerekiyordu… Öyle yaptım…
Birden yutkunarak en sevimli halimi takınıp söze giriverdim! …
“-Abi? …”
Kafasını dergiden kaldırdı…
“-Efendim ?…”
“-Sen Gönül Yazar’ı sever misin ?…”
“-Sevmez olur muyum hiç ?… Birlikte…”
O nokta noktaların devamını bekleyebilsem, belki de çok önemli bir itirafın da sırdaşı olacaktım ama şimdi durum çok önemliydi ve de kritikti! …
“-Şey! … Sözünü kesiyorum ama… Hiç birlikte bir gazinoda falan… Yani ?…”
Güldü sözümün nerelere geleceğini anlamışçasına cevapladı! …
“-Tabii neden olmasın ?… İyi iş yaparız…” demesin mi? …
Birinci raundu kazanmıştım ama hep daha sonraki rauntların daha sert ve tehlikeli olduğu söylenirdi! …
Ara bile vermeden ikinci raunda bir vücut çalımıyla giriverdim…
“-Abi? …”
“-Gene ne var? …”
“-Grupla birlikte 30 günlük bir gazino çalışmasında kaç para bizi kurtarır ?. ”
“-Valla ancak iki bin beş yüz lira alırsak değer! …”
Birden durakladı… Elindeki dergiyi bıraktı… Kaşlarını çattı… Ciddileşerek ve merakla sordu…
“-Sen bir şeyler geveliyorsun! … Çıkarsana şu dilinin altında sakladığın baklayı? …” deyince… Fırsat bu fırsat dedim…
Battı balık yan gider, bir çırpıda karıştırdığım haltı anlatıverdim…
Önce bir kahkaha attı… Sonra gülerek işaret parmağıyla beni göstererek küçümsemeyle, gurur duyma arasında bir tavırla devam etti…
“-Ne yani? … Şimdi sen beni gazinoya mı bağladın? …”
Birden ayağa kalktı… Bende kalktım… İkimizde Teksaslı kovboylar gibi bakıştık…
Daha doğrusu O bana bakıyordu ama ben o anda tokat ve tekmenin nerelerden geleceğini kestirmeye çalışıyordum! …
Yaptığım kabahat karşılığı iyi bir sopayı çoktan hak etmiştim! …
Ancak olağanüstü bir şey oldu… Erol abi bana sarıldı… Yanaklarımdan öptü…
“-Aslan menajerim benim! …” dedi…
Müzik hayatıma atıldığım an işte o andı…
Artık büyük bir gururla birlikte O ilahın menajer olarak sorumluğunu da taşımaya başlamıştım! …
Omuzlarımda neye yalan söyleyeyim o gücü Allah bana uzun seneler verdi…
Sonra o senelerde neler oldu neler! …
Çok mu merak edenleriniz için belki bit gün paylaşırım ?…
Hadi gelin Türk Pop Müziğimizin öncüsü büyük solistimizi birkaç parçayla analım…
https://www.youtube.com/watch?v=nT4kAQanM2w
https://www.youtube.com/watch?v=BLXOPgaGNcI