ÇİLE
Gerçek bir yaşam hikayesinden…
Hasan Uğur Epirden
Dumandı… sigara dumanıydı etraftaki… yoğun, koyu…
Gözleri kızarmıştı uykusuzluktan… İçki dozu gene fazlasıyla kaçmıştı… Bu yüzden bakışları artık kayıyor, göz kapakları kepenk indiriyordu…
Ayaklarında derman kalmamıştı masaları tek tek dolaşmaktan… Yapabilecekleri fazlaca bir şey yoktu… Bu onların son mesleğiydi… belki de son durak niteliği taşıyordu…
Salon pisti, loştu, havasızdı… ve de hayasızdı… Ağzı salyalı, altın dişli, koca göbekli, kel başlı ve pasaklı bir sürü insan müsveddesine bir şeyler karalamak zorundaydılar..
Biri Kars’tan gelmişti… diğeri Erzurum’dan… Sıvas’tan, Antep’ten, Urfa’dan… Yuvalarından iitilip, renkli hayallere kapılıp gelmişlerdi bir kere Altın Şehir’e…
Şanı, şöhreti, parayı elde etmek bir yana, senelerini bu batak sokağa ve onun birkaç neonlu bodrum katına umutlarıyla birlikte gömmüşler, üzerinden hep aynı geçer olmuşlardı…
İşte, Çile de onlardan biriydi… ismi gibi… yaşamı gibi…
Oysa otobüsten elindeki tahta valizle ne umutlarla inmişti… Başı dikti… Bakışları mağrurdu… İnsanları tepeden süzerken emindi… Ne de olsa, kısa bir süre sonra en büyük “artiz” o olacaktı… İnsanlar ondan bir imzalı fotoğraf alabilmek için birbirlerini çiğneyecekti…
Etrafında bir anda ona destek olacak bir sürü “menecer” (!) buldu…
Hepsi üzerine düşmüşlerdi… Ama o altlarında kaldığının (!) biraz geç farkına varmıştı…
Silkinmek istedi… Çırpındı bir kuş gibi… Birden salıverdi kendini sokağa, toza, pisliğe, başıboşluğa… bitkiler gibi gübreye… kavgaya, açlığa, susamışlığa, umursamazlığa… Parke taşları, kaldırımlar bilirdi artık onun gerçek yaşantısını… içki kadehleri, sigara dumanları… soğuk pis çarşaflar bir de… Gecenin karanlığı, pavyonun loşluğu bile artık yüzündeki derin çizgileri saklayamaz olmuştu… Vücudu mermer gibi soğumuş, beyni yüreğine acır olmuştu…
Sığınmak için kendisine bir dost edindi… İsmi dosttu sadece… Güvence altında çalışırken gittikçe büyüyen borcu artık onun için bir şey ifade etmemeye başlamıştı…
Bir sabah erkenden uyandı… Uyuduğu da söylenemezdi ya !.. Cüzdanından çıkardığı sararmış buruşuk fotoğrafa uzun uzun özlemle baktı… Tebessüm etti… Öptü defalarca… Yüreği ne zamandır bu kadar temiz ve saf gözyaşlarına izin vermemişti…
“-Anam… babam !..” diye mırıldandı… Kalbinde bir sıcaklık, beyninde bir ferahlık hissetti… Abdest aldı… dua etti… af diledi… En sevdiği soğanı ekmeğine katık yaparak ağır ağır, afiyetle yedi… Ayağa kalktı… Gözlerini tavandan sarkan ipe dikti… Gerdanını okşadı… Küçük taburenin üzerine çıktı… İlmiği boynuna geçirdi…
Her şey dünyadan bir batık, yitik yaşamı silip, aklamak içindi… Ama esas batık ve yitik yaşamlar, esneye esneye, gerile gerile, sıcak yataklarından, içine tükürecekleri güne cilve yaparak sözde doğruluyorlardı !..