Hayatımda yer alan 3 konuğum vardı NE GECEYDİ O ÖYLE ? Hasan Uğur Epirden

https://www.youtube.com/watch?v=k7cQUWcnu4Uhttps://www.youtube.com/watch?v=k7cQUWcnu4U

Ne zamandır aklımdaydı…
Ama bir türlü cesaret edemiyordum…
Öyle ya, 4 farklı jenerasyonu bir araya getirmek, getirmekle kalmayıp masaya oturtup yemek beğendirmek, üstelik yemek yerken de laflama zorluklarını düşünmek bile beni yoruyordu…

 

Yemekte pek sorunum olmazdı, olmadı da…
Nelerden hoşlandıklarını çok iyi biliyordum…
Resmen donattım sofrayı…

 

Romantizmi kucaklayan mum tutkusu dördümüzde de vardı…
Ortaya bir büyük kayık tabakta yeşil salatasından, rokasına kadar yeşilden yana Allah ne verdiyse doldurdum…

 

Tam 19 yıldır sakladığım özel ev yapımı kırmızı Avşa şarabımı masaya koydum…
Mezelerde balık ürünlerine biraz daha önem verdim…
Kırmızı soğan garnitürlü Torik lakerdası, palamut füme, ellerimle sazan havyarından yaptığım taramanın yanına Karadeniz’in karidesini zeytinyağı ve limona yatırdım…
Ara sıcak olarak, kavakların seçkin midyesi, Çeşme’nin kalamarı kızgın yağda ara sıcak olarak sıralarını beklemekteydiler…
Ana menüde boğazın Lüferi, Karadeniz’in iri hamsisi vardı… Izgara sıralarını bahçedeki mangalın yanı başında bekliyorlardı…
Gecenin kapanışını bol fıstıklı tahin helvasına emanet ettim…
Yani anlayacağınız, hiç bir şeyi esirgemedim…

 

Üç misafirimi de o kadar iyi tanıyordum ki ?…
Dördümüzün de, Allah bilir ya, damak tadı pek nam salmıştı çevrelerimize…
Ama jenerasyonlar arasında yaş farkları olunca bazı zevkler ve tercihler de değişiyor tabii ?…


Değişmediğine emin olduklarım masadakiler kadar müzik zevkimizdi…
Hepimizi etkileyen o unutulmaz melodileri özel bir CD’de toplamıştım…
Pascal Danel’in “Kilimanjaro”su…
Beatles’ın “Yesterday”i…
Tom Jones’un “The green green grace of home”u ve “I’l never fall in love again”i…
Oscar Harris’in “Alta Gracia”sı…
Paul Anka’nın “You are my Destiny”si…
Orson Welles’in “I know what it is to be young”ı…
Demis Roussos’un “And of the world”ü…

 

Ve geldiler…
16 yaşında “Ben”, 26 yaşında “Ben”, 38 yaşında “Ben”…
Karşıma 16 yaşımı aldım…
Sağıma 26 yaşımı yerleştirdim, karşısına da 38 yaşımı oturttum…
Ve tam 47 yıl sonra, 16 yaşımın karşısına geçtim…

 

16 yaşım kilolarımdan, beyaz saç ve sakallarımdan beni tanıyamadığını, çok değişmiş olduğumu söyledi…
Neye yalan söyleyeyim buruklaştım… Allahtan yaşadığım anın da kendisine has bir çok güzelliklerinin olduğunu özümsemiştim… Ona son yıllarda bayağı kilo verdiğimi, aksi olsaydı tam hayal kırıklığına uğratmış olacağım olasılığından bahsettim…


Bana en yakın olan ve beni belki de en iyi tanıyan 38 yaşımla bir ara göz göze geldik…
Bana Gülbin’i tanıştıran oydu… Bugünkü düzenimi ona borçlu sayılırdım…
Bana 26 yaşımla 16 yaşımın çok uçarı olduklarından söz etti… Hayatı toz pembe gördüklerini, ikisinin de “aşk çocuğu” olduğunu ima etti… Öyle ya, ikisinin de gönüllerinde hangi aşklarla yanıp tutuştuklarını, nasıl deli sevgilerle beslendiklerini iyi bilirdim…

 

16 yaşım üzerinde şeytan tüyü bulunduğunu, tüm kızların etrafında pervane olduklarını havalı havalı anlattı… Ama biliyorum o zamanlar aklı fikri gökyüzünde, “Feza”daydı… Kumburgaz’ın yaz geceleri poyraz rüzgarları benliğini az titretmemişti ?…

 

26 yaşımın havasından geçilmiyordu… Şık giyinmiş, belli pahalı markaları tercih etmişti… Cüzdanı kabarık, o yaşta olmasına rağmen şöhreti bazı sınırları aşmıştı… Müzik menajerliği ve voleybol antrenörlüğünde çok iyi yerlere gelmişti… Ancak iflah olmaz bir hovardaydı… Arka arkaya üç büyük aşk yaşamış, ama üçünün de sonu hüsran olmuştu…

 

38 yaşımın iki gence hayli gıcık olduğunu ve ters ters baktığını sezdim… Ne de olsa olgun bir yaştaydı ve de dünya nimetlerinden istifade etmek kadar, manevi değerlere de önem verir olmuştu… Yardımseverdi, hala çok duygusaldı ama dayanamadı onlara “Bulutlar üzerinden inin aşağıya !… Ayaklarınız biraz yere bassın ?…” diye sitem etti bir ağabey edasında…

 

26 yaşım sinirlendi, ayağa kalktı, “Senin ayakların yerde de ne oluyor ?… Sen otur şiir yaz !…” demez, 16 yaşım da oturduğu sandalyesinin üzerine zıplayarak yukarılardan konuşmaya, “Benim gökyüzünde dolaşır olmamdan kime ne ?…” diye bizlere horozlanmaya, gençliğinin verdiği enerji ve kuvveti bizlere ispat etmeye yeltenmez mi ?….

 

Araya girmeye, sakinleştirmeye yöneldim, bana “Sen karışma Moruk ?… Yaşayacağını yaşamışın, şimdilerde bizlerle uğraşacağına, kendine bak ?… İlaçlarını al, beyazlardan ve stresten uzak dur, tansiyonunu ölç, çıkar maazallah kötü olursun, kilo ver biraz ?…” diye öğütler vermeye kalkmaz mı ?…

 

38 yaşım atıldı üzerine, “Sende elbet bir gün o yaşa geleceksin, bakalım o zamana kadar ne kadar deforme olacaksın ?…” diye beni müdafaa ederken 26 yaşım da zavallı arada kaldı… Aslında benle 16 yaşım arasında ona daha yakınca bir yerdeydi…

 

Neyse ki imdada kırmızı şarabım yetişti…
Hepimizi sakinleştirdi, dahası birbirimize yaklaştırdı…
Anneciğimin özenle sakladığı, babacığımın o özel kadehlerinde birlikte tokuşturarak, kırmızıların en güzellerinden birine bu gece teslim olmak vardı kaderde ?…

 

Özellikle 16 Yaşımdan izin alarak müzik setimdeki CD’yi değiştirdim…
Zeki Müren söylemeye başladı….
“Şimdi uzaklardasın…
Gönül hicranla doldu…
Hiç ayrılamam derken…
Kavuşmak hayal oldu…”

 

Kan bağı işte…
Birbirimize sarıldık… Bir süre öylesine kala kaldık !…
Gözlerimizden süzülen yaşlar özgürce aktılar yanaklarımıza…

 

Sonrasını yaşayamadım…
Uyanmışım ?…
Hastane yatağımda doğruldum… Kalktım, Akdeniz’i kucaklayan penceremden ufka baktım…

 

Güneş bir kez daha doğum sancıları çekiyordu… Aşağıda ise ambülans sirenleri vardı… 16 yaşım, 26 yaşım, 38 yaşım, aradan yoğun, dopdolu geçen koca bir ömürde unutamadığım anlar bir film şeridi misali gözlerimin önünde aktı… Tebessüm ettim…
Zaman uzaklara, çok uzaklara, geçmiş güzelliklere, sevgilere, aşklara, tutkulara seyahat etmek zamanıymış…
Aynen öyle yaptım…

Muhteşem bir geceydi…
Sabaha ve gerçeklere tez varmış olsam bile ?…

 

Hayat işte böyle…

Göz açıp kapayana kadar geçip gidiyor…

Hatalarla, sevaplarla dolu, içinde acıları ve mutlulukları barındırarak…

Ama en önemlisi ardında iz bırakarak veda etmek…

Ve… “Nasıl bilirdiniz ?…” sorusuna hep bir ağızdan içten en iyi cevabı alabilmek…

 

Bu konuda kendimi şanslı ve zengin hissediyorum…

Bilmem, yoksa kendimi mi kandırıyorum ?…

Cevabı verecek olanlarda doğrusu…

 

(Dördümüze de en müstesna anları, en saf ve temiz duyguları, dostlukları yaşatan müstesna kişilere ithaf olunur…)

 

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s