Altmışlı yılların başıydı… İzmir fuarı alışagelmiş kalabalığıyla, rengarenk ışıklarıyla, birbirlerini bastırmaya çalışan müzik sesleriyle ve de gürültüleriyle canlılığının doruğundaydı…
Hele gazinolar… Devrin en büyük solistleri dev neonlarda yerlerini
almışlar, siyah-beyaz posterleriyle duvarları süslemişler, çalıştıkları
gazinolarının gişelerinde uzun kuyruklar oluşturmuşlardı…
Hatırımda tüm canlılığı ve ayrıntılarıyla kalan 2 dev neon o zamanlar
büyük ilgimi çekmişti… Fuarın en iddialı bahçelerinden Manolya’da yeşil renkte ZEKİ MÜREN, karşısındaki Akasyalar’da ise mavi renkte dev EROL BÜYÜKBURÇ neonları
sanki aralarında seviyeli bir güç gösterisi yapmaktaydı… Bu ışık ve kuyruk savaşlarının galibini saptamak öyle her baba yiğitin işi değildi… İki dev sanatçı da zirvedeydi ve geniş kitleleri peşlerinden koşturmakta, sürüklemekteydi…
Gazino sahnelerine yenilikler getirerek geniş repertuarlarıyla ve de sahne
performanslarıyla estetiği, kıyafeti ve show’u ön plana çıkartan bu
unutulmaz sanatçıların özellikle çarşamba günleri bayanlara verdikleri
matinelerin yerleri başkaydı…
Sabahın erken saatlerinde, ellerinde evlerinde büyük hünerlerle yaptıkları
yemeklerle, birbirlerini çiğneyerek ağustos ayının dayanılması zor
sıcağında sahneye yakın, önlerde bir yer kapabilmek için verdikleri
mücadeleyi hala aynı tazeliğiyle hatırlıyorum…
Evet… Gene öylesine bir matinenin sonuydu… Rahmetli annemle gezdiğimiz
fuarın, işte o an, belki de en hareketli ve hararetli olan yeri, Akasyalar
gazinosunun arka kulis kapısının önüydü… Mahşeri kalabalık, büyük
tezahürat yaparak, delicesine hayran oldukları genci, Türk hafif batı
müziğinin starının çıkmasını bekliyordu… Anneciğimle merakımız, o
kalabalığın bir anda ortalarında bir yerde sıkışıp kalmamıza yetmişti…
Derken büyük bir dalgalanma oldu… Bağırışlara çılgın çığlıklar
karıştı… ve… kulis kapısının önünde beyaz gömleği,pantolonu,çorabı,
ayakkabısı, sarı papyonuyla EROL BÜYÜKBURÇ gözüktü… Kulis kapısının
önündeki üstü açık, beyaz spor amerikan arabasının arka koltuğuna elindeki
İspanyol gitarı zorlukla bıraktı… Bıraktı bırakmasına da, ön kapıyı
açıp, direksiyona geçiş süreci kadınların üstünü başını didik didik
etmesine yetmişti de artmıştı bile…Yüzlerce bayan, taptıkları gencin
üzerine çoktan çullanmıştı…Kimisi masum bir dokunuş, belki bir öpücük,
bir imzalı fotoğrafla yetinmeyi kar ve mutluluk sayarken, büyük çoğunluk
gencin üstünü başını liğmeliyor, yırtıyor, koparttıkları parçayla bile
tatmin olamıyordu… EROL BÜYÜKBURÇ‘un ise ilgiden memnun olmasına karşın
herkesi memnun etmeye, gittikçe artan dozajı karşılamaya sahneden kalma
yorgunluğuyla imkanı kalmamıştı… Son bir hamle yapıp, direksiyona geçti…Arabasını çalıştırdı ve ağır ağır ilerlemeye başladı…
Küçücük aklımla, hiç karşılaşmadığım bu tablo karşısında o kadar
etkilenmiş ve irkilmiştim ki, annemin beni oradan uzaklaştırma girişimi
külahlarca dondurma vaadlerine karşın işe yaramamıştı…
Ağzım açık kalmıştı… Hele güzel, frapan giyimli ablaların ve teyzelerin
beyaz spor arabanın önlerine “Ez beni” diye attıkları keskin çığlıklar
beni daha da şaşırtıyordu…
EROL BÜYÜKBURÇ önümüzden geçerken acaba bana mı tebessüm etti diye anneme defalarca danışmıştım… Gözümü ondan ayıramıyordum… Arkasından uzunca bir süre öylece bakakaldım… “Ne muhteşem insan !..” diye düşündüm… O bir kaç dakika onun koyu hayranlarından biri olmama yetmişti… Evet… Artık O benim içinde bir ilahtı… plaklarını aldığım, bıkmadan, usanmadan defalarca dinlediğim…
Ve… bir gün, O ilahla karşı karşıya geleceğimi ve O muhteşem insanın
hayatımı değiştireceğini nereden bilebilirdim ki ?.. Hele hele ağabeyim
olacağını, bana hayatımdaki en büyük onur olan menajerliğini vereceğini
?.. Sırlarını paylaşabileceğimi ?…
Çok küçük yaşlarda geçirdiğim bir rahatsızlık dolayısıyla arada sırada
kekelemek zorunda kalışım, sevgili Türkçe hocam rahmetli Haydar Ediskun
tarafından bana okul müsameresinde metazori verilen bir figüran rol
sayesinde giderildikten sonra artık okulumuz tiyatro kolunun vazgeçilmez
elemanlarından biri olmuştum. Olmasına olmuştum da, bizim tiyatro kolu
Fransızca piyesler de sergilemeye başlayana kadar pek bizim frerlerin ilgi
alanına maalesef girmiyordu… Çektiğimiz en büyük güçlük, bu uğurda yapmak
zorunda olduğumuz kaçınılmaz masraflardı ve bu masrafların en büyük bölümü
de dekorlarımız için gidiyordu…
O yıl Güngör Dilmen Kalyoncu‘nun “Kurban” isimli tragedyasını oynamak
üzere çalışmalara başlamıştık… Sahne dekorumuzun taslağını
arkadaşlarımla beraber çıkardığımızda bizim boyumuzu hayli aşan bir
tabloyla karşılaştık… Buna çok anlayışlı olan müdürümüz frere Himber bile
elini sürmezdi… Hoş gerçi bir sene sonra oynadığımız Fransızca oyun için
belki de bu ihtiyacımızın üç mislini koparmıştık ama, dediğim gibi
Fransızca olma özelliği bu lutfu arz ediyordu…
Arkadaşlarımı yanıma toplayıp, morallerini yükseltmeye çalışırken aklıma
gelen parlak fikri onlarla paylaştım… Pekala bir konser düzenleyebilir,
karıyla da tüm ihtiyaçlarımızı karşılayabilirdik… Ama hepsi üzerime
hücum etti…
“-Daha tiyatroyu beceremiyoruz, yüzümüze gözümüze bulaştırıyoruz, bir de başımıza konser sarma !…” dedikten sonra aralarından biri gözlerini
kısarak koluma girdi…Diğerleri de etrafımı sardı… Hani derlerdi ya…
“Bir deli kuyuya taş atar…bin akıllı çıkartamaz !…”
İşte bu söze o günden sonra itibar eder olmuşumdur..
“-Peki…söyle bakalım !… Hangi sanatçıyı getireceğiz de bizim salaş
salonumuzda konser verdireceğiz ?…”
Bir diğeri ekledi…
“-Salon da 200 kişi alır almaz…”
Öteki dürttü…
“-Ayıp ediyorsun be !… Sen sanatçı ayarla, ben oraya balık istifi 500
kişi atmazsam bana da palavracı demesinler !…”
Onlar didine ve havaya gire dursunlar ben senaryomu yazmaya çoktan
başlamıştım…Hayranı olduğum tek bir sanatçı vardı… Kundaktan kurtulup, kısa pantolon giymeye başladığım, kendi gözlerimle dünyaya bakar olmaya başladığım
zamandan beri O’nu herkes gibi ben de bir efsane olarak görmeye başlamıştım…
Markajlarından sıyrılarak bağırdım…
“-Erol Büyükburç !…”
Arkadaşlarımın gözleri az daha yuvalarından fırlayacaktı…
Dudak bükerek alaycı alaycı cevap verdiler…
“-İstersen bir de Elvis’i çağıralım ha ne dersin ?…”
Ses dergisinden yalvar yakar telefonu bulundu, ellerim titreye
titreye o numarayı çevirdim… Keratalar artık işin ciddiyetini iyice
kavramışlar, telefonun ahizesinin neredeyse içine gireceklerdi… Telefonu
çalıyordu… Kalbim küt küt atıyordu… Telefona bir bayan cevap verdi…
İsmimizi, anne ve baba adımızı, doğum yeri ve tarihini aldıktan ve
amacımızı iyice öğrenip, ezberledikten sonra süre isteyerek telefon
başından ayrıldı… İçeriden kız sesleri geliyordu… Sanki teneffüste
olan bir kız kolejine bağlanmıştık…
Birkaç sancılı ve bol acılı dakika sonrası Erol Büyükburç karşımızdaydı…
Aman Allah’ım, O… Erol Büyükburç ?… Telefonun öte yüzündeydi… Bu
elimin ayaklarıma dolanması için yeterli bir sebepti…
Kendimi toparladım… En kötü ihtimalle kızacak, belki rahatsız ettiğim
için küfredecek, belki de telefonu yüzüme kapatacaktı…
Hayır… Hayır…. Hiçbiri olmadı…. Üstelik çok kibar bir ses tonuyla ve
inanılmaz bir anlayışla isteğimizi dinledi ve…
“-Aaaaaa canııııımmm, Neden olmasın ?…” dedi…
Sadece arkadaşlarım arasında değil, tüm okul da, hatta kardeş okulumuz (!)
Notre Dame De Sion’da bile ismim “Erol Büyükburç ile konuşan şanslı genç”
olarak nam ve prim yapmaya başlamıştı… (Bu basın ve medya o zamanlarda
ne yazık ki daha teşekkül etmemişti !…)
Çamlık’taki muhteşem evine vardığımda heyecanımın katsayısı beni telef
edecek düzeydeydi… Kapıyı o sesi telefondan gelen kızlardan biri açtı…
Peri kadar güzeldi… Masmavi gözlerine bakarken ona elimdeki çukulata kutusu yerine
çantamı uzattığım için ne kadar utanmıştım…
Evin içine buyur edildikten sonra peri adedi katlanınca cennette olup olmadığımı kontrol ederek kendimi çimciklediğimi dün gibi hatırlıyorum… Bir genç kız ordusu
resmen evi istila etmişti… Şaşkınlığım gayet doğaldı… Ben hiç bu kadar
güzel kızı bir arada görmemiştim… Bir güzellik yarışması yapılsa
içlerinde elenecek bir tek kız yoktu !…
Kapıda Erol Büyükburç gözükünce şok yerini yeni bir şoka bıraktı…
İşte efsane adam karşımdaydı !… Yakışıklı, kendinden emin ama bir o kadar
alçak gönüllü…
Beni kucakladı… Dakikalarını hatta saatlerini ayırdı… Paranın hiç
önemi olmadığını, bizden hiç bir ücret almadan bu konseri vereceğini de
ekleyince o günün hayatımda “şoklar günü” olarak yer alacağından iyice
emin oldum…
Konser mükemmel geçti… Hatta bizim çocuklar üstün bir gayret ve
performans göstermişti ve ellerinde konser bileti olan gençleri 200
kişilik salonumuza birkaç kat balık istifi yerleştirmişlerdi… Öyle ki herkes kızlı erkekli kucak kucağa oturuyordu (Böylece çöpçatanlıkta da haklı bir üne sahip olduk ve sevaba girdik !…) Hatta dışarıda kalan biletlileri içeri üçer beşer
iterken diğer kapalı kapı basınçtan açılıyor, üçer beşer kişi kendilerini tekrar bahçede buluyorlardı !…
Artık elimizde dekorumuzu lüks sayılabilecek tarzda yapabilmemiz için
yeterli paramız vardı… Hatta pasajda başarımızı topluca kutlayabilecek
kadar da ilave bir moral fonu çoktan tarafımdan ayarlanmıştı…
Bu arada Erol Büyükburç ile abi/kardeşlik ilişkileri kısa sürede gelişti…
Artık randevulara birlikte gidiyorduk. Konser kulislerinde de yer almaya
başlamam pek gecikmedi… Arada önemli sayılabilecek para miktarlarını
emanet alıyor, sırlarını paylaşıyor, hatta utanmadan fikir bile verdiğim
oluyordu… Üstelik sayesinde çevrem gittikçe genişliyor, tanınıp, ayıptır
söylemesi, ünlenmeye de başlıyordum…Hani bir tek menajerliğim eksik
kalmıştı… Ama bunun için yemem gereken ekmek miktarını fırın bazında hesaplamaya çoktan başlamıştım…
Bir gün Bebek parkından geçiyordum… Erol abimden (Büyükburç) aldığım 2
saatlik çarşı iznimi (!) en güzel Bebek’te değerlendirmeyi düşünmüştüm… O
zamanlar, şimdiki parkın olduğu yerde Türkiye’nin sayılı gazinolarından
birisi, Bebek Park Gazinosu vardı… Sahibi (Allah rahmet eylesin…) Asım
bey beni yanına çağırdı… Bürosuna geçtik… Sigarasını yakıp, koltuğuna
dayandıktan sonra karşısında, duvarda asılı Erol Büyükburç posterini bana
gösterip, iç çekti…
“-Erol abini bir ayarlasak ta, Gönül’le (Yazar) birlikte Zeki beyin (Müren) Aşiyan programına kadar bir bomba patlatsak ha ne dersin ?… “ (Aklı sıra beni kullanacaktı…)
Tedirgin oturduğum koltuğun arkasına şöyle iyice bir yaslandım… Artık çukulata ile
kandırılacak yaşı çoktan aşmıştım !… Üstelik Erol abime takıla takıla
konser ve gazino rayiç ve raconlarını da hatırı sayılır biçimde öğrenmeye
başlamıştım !… Tüm sanatçıların yevmiyelerini kerrat cetveli gibi gözüm
kapalı ezbere sayabilirdim… “-Bu pek kolay değil…” diye söze bodoslama giriverdim… ve bana ısmarladığı dondurma külahını yalayarak ekledim…
“-Gönül Yazar hanım ile neonları, gazete ilanlarını ve afişleri tanzim etmek çok zor !… İsimler aynı puntoda olmalı bir kere !…”
Asım bey elinde kalem kağıt not aldığı masasından öfkelenerek ayağa kalktı… “-Ne yani ?… gazetede aynı büyüklükte mi olacak isimleri ?…” “-Sadece isimleri değil… Fotoğrafları da…” “-Ama !…” diyecek oldu… devamını getirmeyi başaramadı… Çoktan lafları ağzına tıkmıştım… “-Üstelik şu ışıklı neon meselesi !…” “-Anlamadım ?…” “-Şu caddeye bakan ışıklı neon ?…” dedim… “Gönül hanımın ismini aşağıya yazamayacağınıza göre, aynı büyüklükte ek bir neon direği daha eklemeniz gerek… Tabii aynı puntoda, EROL BÜYÜKBURÇ yazacak…” “-Olmaz öyle saçmalık !…” diye ayağa kalkıp, oda içinde sinirli sinirli volta atmaya başladı… Bende de amma cesaret vardı o zamanlar !… Cebindeki tabancayı görüyordum görmesine ama su tabancasından onu daha ayırabilecek “back round”um daha henüz yoktu… “-Ben artık kalksam iyi olacak !..” dedim… Önüme geçti… İçinden sövüyordu
belki ama, zoraki, sahte bir gülücükle… “-Otur !…” dedi… “Belki anlaşabiliriz ?..” Sağ baş parmağımla işaret parmağımı birbirine sürterek… “-Sonra yevmiye meselesi ?…” dedim… “- Anlaşırız canım…” diye pişkin pişkin sırıttı… “-Üç buçuk !…” diye kestirip attım…
Nefesi kesildi… Boğazına bir şeyler kaçmışcasına arka arkaya beş altı kere öksürdü… “-Saçmalama !… Ben Gönül’e sazlarıyla iki buçuk veriyorum !….”
İki bin beş yüz lira o zaman (1972) çok büyük paraydı… “-Olabilir !..” dedim… ekledim… “- Ha sonra pazar umuma matineyi de kabul etmeyiz !… Finali bir gün Gönül hanım, bir gün Erol abi yapar… Ama çarşamba bayanlar matinelerinde finali hep abim yapar !…” “-Üç veriyorum !…”
Gözüm belindeki silaha tekrar kaydı… Ama direttim !… “Üçbuçuk !…”
Asım bey cebinden çıkardığı mendille sinirinden boşalan terleri silerken baktığımda yüzü pancar gibi olmuştu… Üstelik gömleğinin üstten 2 düğmesini daha açtı !… Ayağa kalkıp, umurumda değilmiş gibi kapıya yönelirken son blöfümü de kullanmak zorunda hissettim kendimi… “-Valla işinize gelirse ?… Biz konserlerden bu paranın mislisini kazanıyoruz !… Turneler de cabası !…” Arkamdan bağırdı… “-Tamam lan !… Yeter !… Öldüreceksin beni !…” diye haykırdı, ekledi… “Herşey kabul !… Getir afişleri !…”
Bebek’ten Etiler’e nasıl tırmandığımı çok iyi hatırlıyorum… Tıpkı az sonra evde Erol abimin karşısına sçlu sandalyesine oturduğum an gibi !…
Elindeki Ses mecmuasının sayfasını değiştirmesini kolluyordum… Lafa bir yerden girmem gerekiyordu… Öyle yaptım…Birden yutkunarak en sevimli halimi takınıp
giriverdim… “-Abi ?…” Kafasını dergiden kaldırdı… “-Efendim ?…”
“-Sen Gönül Yazar’ı severmisin ?…” “-Sevmez olur muyum hiç ?… Birlikte……” “-Şey !… Sözünü kesiyorum ama… Hiç birlikte bir gazinoda falan… yani…?” Güldü !… “-Tabii neden olmasın ?… İyi iş yaparız !…” demesin mi ?…
Birinci raundu kazanmıştım ama hep daha sonraki raundların daha sert ve tehlikeli olduğu söylenirdi !… Ara bile vermeden ikinci raunda bir vücut çalımıyla giriverdim… “Abi ?…” “-Gene ne var ?..” ”-Grupla birlikte 30 günlük bir gazino çalışmasında kaç para bizi kurtarır ?” “-Valla ancak iki bin beş yüz lira alırsak değer !…” Birden durakladı… Elindeki dergiyi bıraktı… Kaşlarını çattı… Ciddileşerek
ve merakla sordu… “-Sen bir şeyler geveliyorsun !… Çıkarsana şu dilinin altında sakladığın baklayı ?…” deyince… Fırsat bu fırsat dedim… Battı balık yan gider, bir solukta karıştırdığım haltı anlatıverdim…
Önce bir kahkaha attı… Sonra gülerek baş parmağıyla beni göstererek küçümsemeyle, gurur duyma arasında bir tavırla devam etti… “-Ne yani ?… Şimdi sen beni Gazinoya mı bağladın ?..”
Birden ayağa kalktı.. Ben de kalktım…
İkimizde Teksas’lı kovboylar gibi bakıştık…
Daha doğrusu O bana bakıyordu ama ben tokat ve tekmenin nereden geleceğini hesap etmeye çalışıyordum !…
Yaptığım kabahat karşılığı iyi bir sopayı çoktan hak etmiştim !…
Ancak olağanüstü bir şey oldu…
Erol abi bana sarıldı…. Yanaklarımdan öptü…
“-Aslan menajerim benim !…” dedi…
Müzik hayatıma atıldığım an işte o andı…
Artık büyük bir gururla birlikte O ilahın menajer olarak sorumluğunu da taşımaya başlamıştım…
Omuzlarımda neye yalan söyleyeyim o gücü Allah bana uzun seneler verdi…
Sonra o senelerde neler oldu neler !… Çok mu merak ediyorsunuz ?…
Belki bir gün paylaşırım… Kim bilir ?…
EFSANE KABRİ BAŞINDA ANILDI…
Erol Büyükburç aramızdan ayrılışının 2 yılında. 12 martta kabri başında anıldı… Kızı Evren Büyükburç, menajeri Osman Nuri Yazıcı, Erdener Koyutürk, ailesi, yakınları ve sevenlerinin yer aldığı anma töreninde duygulu anlar yaşandı, çiseleyen yağmur rahmet yağdırdı…
Onu en iyi tanıyan güzel insan..selamlar sevgiler
BeğenBeğen