Medyadaki fena hâlde aydın olanları hariç tutuyorum; “Ben çok aydınım. Bak ne çok şey konuşabiliyor, ne kadar güzel lâflar edebiliyorum.” familyasından birkaç insan tanımışlığım var kendi dünyamda. Hâttâ geçen hafta bir tanesi, arkadaşlarla oturduğumuz bir masaya “Merabayın…” deyip palas pandıras çöktü ve bize son yazdığı kitabı baştan sona anlatıverdi.
Bizimkiler bunun sesini kesebilmek için yalvar yakar, “Ne olur, bari sonunu söyleme…” falan diyerek çok merak etmişler de bir kalkı verseler şu kitapçıdan koşa koşa aldıkları gibi hemen oturup oracıkta okumaya başlayacakmış gibi yapsalar da hepsini ezdi geçti aydınımız ve romanın sonunu da mutluluk dolu bir suratla, ağzını şapırdata şapırdata söyledi. Uzata uzata ve “Bakın, iyi dikkat edin, burası çok hoş oldu…” deyip ekstradan nerelerini daha fazla beğenmemiz gerektiğini öğrete öğrete üstelik. Takdir doluydu kendine karşı, bir kendini alkışlaması eksikti. Benim pek samimiyetim olmadığından poz yapmam gerekmedi; ağzımı yüzümü buruşturdum, sağa sola baktım, bitse de gitsek mimikleri yaptım, ama arkadaşlar ayıp olmasın diye beğenmiş gibi poz kesebilmek için ne edeceklerini, gözlerini nasıl devireceklerini, ellerini nereye koyacaklarını, nasıl sesler çıkaracaklarını şaşırdılar. Onlara da yazık.
Sanat bir ruh işidir. Eğitimle ancak ustalık elde edilir; işin püf noktalarını anlamaya başlarsın falan. Diyelim marangozsun; sağlam masalar yaparsın, ama yaptığın masayı Fransa’nın bilmem kaçıncı Loui’si sarayına sokmaz.
Aydın olmak da öyledir; bir ruh işi.
Okumayla içi aydınlanmaz insanın, sadece dışı parıldar. Çizgi romanların Barbar Conan’ı sencileyin ne kadar dürtsen de uyanmayan, ancak kıçına tekmeyi yiyince viyak viyak bağırıp “Çok kötüymüş meğer yav!” demeyi akıl edebilen, ben yanılmışım’cı bin yılık aydınımızdan daha aydındır bu bağlamda. Öyle ya; Conan, adamın iyisini de gözünden anlar kötüsünü de.
Ya sen?
Bakar bakar, över över, o bile kendisini anlamamışken sen onu anlar anlar, dünya âleme anlatır anlatır, sopayı yedin miydi de eşekten düşmüş karpuza dönüp “Ben yanılmışım meğer!” dersin.
Cilt cilt kitaplarını ne yapacağız şimdi? Anlı şanlı unvanlarını ne edeceğiz? Neye yaradın kardeş?
Bak söyleyeyim; sen, zaten oturmuş okumakta olduğumuz bir romanı bize nasıl anlamamız gerektiğini anlatan bir şabalaktın söylemesi ayıp. Ancak senin anladığın gibi anlarsak bizi anlamış sayan bir adamcağızdın. Hepsi bu.
Mevlânâ, “Hakikât yolunu bulmak istiyorsan eşeğin tersine yürü. Yol odur.” der.
Sen ise eşeğin önüne düşüp yol göstermeye soyunursun.
Cehalet ancak cahiller için iyidir. Dinidir bu onların.
Platon, bir mağaraya dip dibe bağlanıp oturtulmuş, ömürleri boyunca o mağaranın karşı duvarına vuran kendi gölgelerinden ve arkalarından geçen birkaç kişinin gölgesinden başka bir şey görmelerine izin verilmemiş beş adamın hâlini bilgisizliğe, iplerinin çözülüp gün ışığına çıkarılmaları sırasında gösterdikleri tepkiyi de cehalete benzetir.
Karanlıkta zar zor seçebilen gözleri güneş görünce kamaşıp tamamen körleşecek ve hiç görmez olacaktır; sen istediğin kadar kamaşma geçince her şeyi, her yeri görebileceklerini söyle dur, “Bırak bizi, götür mağaramıza.” diye yalvarırlar.
Ayrıca, kapıya gelmeden, seneler senesi sımsıkı, sucuk gibi bağlanmış kasları tutulmuş olduğundan kramplaşmıştır, daha sen ayağa kaldırmak istediğin anda feryat figan direnirler:
“Elleme, dokunma, böyle daha iyi.”
Ayağa kalkmak öğrenmeyi gerektirir o durumda ve bu zorlu bir süreçtir; ne kadar çok şey öğrenirlerse o kadar az şey bildiklerini de öğrenir çünkü mağaradakiler; canları acır.
Acıtıyorsun ya, “Kötüsün,” derler sana.
Oysa aydının işi tam da budur: Acıtmak!
Hani sen çok aydındın ya; yiyor mu? “Bi dakka!” deyip dikilebiliyor musun kudretlinin, haşmetlinin ve onun kalabalıkların karşısına?
Yok mu?
Yetmez ama bi bakalım mı?
Bak, bak da… Gördüğün ne ki bana göstermeye soyunursun?
Karanlığın ta kendisisin sen.
Bi sus.