Sabaha karşı başlar ötüşler… Yeni bir güne, yeni umutlara ilk “Merhaba”sıdır bu canlıların… Öncüsü kuşlardır… Sanki sabah ezanını beklerler… Sonrası bir “Cik” sesi… Ona cevap gelir… Cevaplar çoğalır. bir melodi olur… Bizleri günle buluşturan, ilk “Günaydın”ı diyen kuşlardır…
Serçeler coşku içerisinde sağa sola uçuşurlar… Güvercinler ve kumrular daha ağırbaşlılardır.. Ortak yönleri karınlarını doyurmaktır bu saatlerde… Mutfak penceresini açmamla birlikte, sanki randevulaşmışçasına üzerime uçarlar.. Ekmek kırıntıları kapış kapış bitirilir…
Aramızda böylece doğan tabii sıcaklık, neredeyse ellerime, omuzlarıma konacak cesareti verir… Tüm hayvanlar gibi, onlar da, içgüdüleriyle tehlikenin ve zararın nereden geleceği konusunda uzmandırlar…
Ama acımasız doğa kanunları işlemektedir… Ve bazen neşeyle başlayan bir sabah, yerini acılı bir güne bırakılabilir… Tıpkı anlatacağım gerçek hikayede olduğu gibi…
************
Pencere kenarına serpiştirdiğim ekmek içi kırıntılarını minik serçecik seri gaga darbeleriyle yemeğe çalışmakla meşguldü… Arada bir başını kaldırıyor, doğal olarak etrafı kolaçan ediyor, kısmetine ortak çıkmasın, ava giderken avından da olmasın diye çaba sarf ediyordu…
Hava soğuktu… Yağan yağmur içine işlemişti ve sanki titriyordu… Acımasız hayata karşı tek başına siper etmişti minik ve narin gövdesini… Bir an gözüm zıplarken sendelemesiyle ayaklarına kaydı… İşte o zaman bir ayağının olmadığını fark ettim… Biraz atıştırdıktan sonra, iri bir lokmayı ağzına aldı ve havalandı… Karşı evin üst balkonunun tavanına yaptığı bu git-gel uçuşlar dikkatimi çekti… Dedemin 1.Dünya Savaşı’ndan kalma dürbününü aldım ve dikkatlice o noktaya baktım… Ufak bir delik vardı ve belli ki orası yuvasıydı… Yiyecekleri oraya taşıyordu… Tek ayakla durmasını sağlayan, hayatın zorluklarına bu denli karşı koyuşunun altında yatan gerçeği kısa sürede öğrendim… O yuvanın içerisinde yavruları vardı… Zaman zaman minik gagalarını görüyor, annelerine ulaşmak ve getirdiği, onlara yaşam sağlayan birkaç lokma için attıkları sevinç cıvıltılarını duyuyordum… Birkaç gün onları heyecanla ve imrenerek, zevkle seyrettim… Ta ki beni yıkan o kapkara güne kadar…
Minik serçe gene yuvasından uzaklaşmıştı… Serçeciklerin cıvıltılarını duyuyordum… Ansızın bir büyük karga belirdi… Belli, yuvayı ve minikleri fark etmişti… Bir anda yuvaya daldı ve küçük yavrulardan birini kaptığı gibi havalandı… Derken sıra ikincisine de gelmişti… Onun da akıbeti aynı oldu…
Tüm olanları dehşetle izlerken, küçük serçe yuvanın üzerinde belirdi… Ağzında yine bir şeyler vardı… Hızla yuvasına daldı ve aynı anda da dışarı çıktı… Tekrar içeriye daldı… sanki çılgına dönmüştü… Çıkardığı acı cıvıltılarını duyuyordum…Yerinde duramıyordu… Bir yuvaya giriyor ve çıkıyor, bir balkon parmaklıklarına tünüyordu… Çılgınlar gibiydi… Dakikalarca uçtu, çırpındı durdu… Son olarak balkonun demirlerine konduğunda artık kanatlarında dermen kalmamıştı… Üstelik artık yavrularının başına bir şey geldiğini de fark etmişti… Artık yavruları yoktu…
Kara karga kendi gibi minik serçenin de yüreğini karartmıştı bir çırpıda… Kim bilir, belki de minik serçenin yavrularının küçük bedenleri kara karganın yavrularının hayata bağlanması için gerekli olan yem olmuştu. Peki bu böyle mi olmalıydı ?…
İnsanların hayatlarına anlam katan değerler olmadığı zaman yaşamlarında boşluklar başlar… Koca bir toplumun, kalabalıkların içerisinde olmalarına rağmen, benliklerinin derinliklerine kadar boşluklar başlar yaşamlarında… Ve o boşluklar gittikçe büyürler, büyürler… Sanki güneş, bir daha doğmamacasına batmıştır… Sanki yıldızsız geceler asılacaktır gökyüzünde… Tüm melodiler birer ağıt gibi gelir kulaklara…
Hep düşünür, dururuz… İnsanoğlu da öyle değil midir ?… Hayatın sürdürülmesi için başkalarının hayatları, sevgileri ve değerlerine zarar vermek zorunda mıyız diye ?… Ya da bir yerlere gelebilmek için birilerinin basamak yapılması mı gerekmekte ?…
Acaba, kara karga, minik serçenin yaşam sevinci ve sembolü olan, onu hayata bağlayan yavrularına zarar vermeden, onlara dokunmadan kendi yavrularına bakamaz mıydı ?… Ve… insanlar hayatta kalabilmek ve bir yerlere gelebilmek için kendi becerilerini, başka insanlara ve canlılara zarar vermeden kullanamazlar mı ?…
Yüreğim sızladı günlerce… Minik serçenin yarasına merhem olamazdım, bunu biliyordum ama en azından aç bırakmayabilirdim… Onun her sabah ve akşam yolunu gözlüyor, sadece ekmek kırıntısıyla yetinmiyor, buğday, arpa, elime ne geçerse pencere önüne serpiyordum… O ise onları yemiyor, hep tanecikleri ağzına alıyor, yuvaya taşıyordu… Belli, bir umut taşıyordu hala !… Belki de yavruları bir gün çıkıp, gelecekti… Belki de vicdansız karga “Evlat acısı”nın ne olduğunu anlayabilir, yavrularını ona getirip, bağışlayabilirdi…
Biz, insanoğlunda da benzer umutlar ve beklentiler yok mudur ?… Ve umut değil midir, en hassas, acılı ve küskün anlarımızda bile bizleri hayata bağlayan ?… Umut değil midir ki bizlere her zaman bir başlangıç olduğunu anımsatan ?…
Günler geçiyordu… Minik serçenin de umutları azalıyordu !… Yemler dosdoğru yuvaya gitmeye devam ediyordu…
Aradan 10 gün geçti… O sabah ta ilk işim “Zıpzıp” adını verdiğim dostuma görevimi yapmak için mutfağın penceresine koştum… Pencereyi açtığımda Zıpzıp’ı penceremin önünde sırtüstü yatarken buldum… Ölmüştü… Belli ki sabah ona atacaklarımı beklemek için erken pencereme gelmişti… Ama artık gücü kalmamıştı… Yaşamı için bir anlamın kalmadığı gibi…
Hayatın zorluklarına karşı, yüreğinde sevgi hissetmeden, sevildiğini bilmeden karşı gelmek zordu…
Kara karganın mutluluğu ve yavrularının hayatı, “Zıpzıp”ın hüznü ve hazin sonu üzerine kurulmuştu…
Günlerce yas tuttum… Ve onu, sevgisini, yaşama azmini hiç unutmadım… Umudu ise yaşamıma bir başka ışık saçtı… Bu yaşımda bile bir minik serçeden öğreneceklerimin olduğunu öğrendim… Sağ ol “Zıpzıp”…
İçinde türlü engebeli, iniş çıkışların olduğu, acı ve zorlukları barındıran hayatta her insan için umut yeni bir şansla yakalanamayabilir…
Mutlulukların, başkalarının hüznünün üzerine kurulmaması yaşam felsefem ve hepiniz için en büyük dileğim…