Betonlaşma, kalabalıklık, kirlilik, gürültü, menfaat ilişkileri, yalan, dolan ve de talan !… Artık büyük şehirleri tarif edebilmek için bu sıfatları kullanmak zorunda kalıyoruz !… Bu sıfatlara da en fazla galiba İstanbul uyuyor ?…
Oysa bir zamanlar, çocukluğumun, gençliğimin İstanbul’u böyle miydi ?… Doğa harikası bu romantik şehri hayallerimde tekrar yaşatabilmem için bana yardımcı olan sararmış fotoğrafları, eski yerli filmleri ne kadar seviyorum anlatamam ?…
Şimdi beton yığınları altında hunharca ezilip kalmış nice güzelim ağaçlar, bahçeler ve yeşil alanlar, yazlık açık hava sinemaları, birbirlerine yaslanmış, sanki sadık bir ezeli dayanışmanın örneğini çağa direnerek veren eski İstanbul evleri ve mahalleleri bir mezarlık suskunluğunda ve gizeminde çoğumuzun doyamadığı hatıra ve anıları ayakta tutmaya çalışmakta…
Her şeyin karşılıksız paylaşıldığı, saygının, sevginin, dayanışmanın en katıksız oluştuğu, el tutmanın özelliği, “Seni seviyorum !…” demenin güzelliğinin nice zarif, güzel insanla paylaşıldığı o yılları nasıl arıyorum bilemezsiniz ?..
Hele evimiz !.. Bakir Ortaköy’ün çatısında, boğaza nazır Manzara apartmanı ?…
O eşsiz komşularımız ?… O şimdilerde mumla atadığım tertemiz esnaf ?…
Ve canım arkadaşlarım !… Cihan Cev, Fatih Ünsal (Ne yazık ki O’nu hayatının baharında yitirdik…), Hasan Değerbilir !… Biz dördümüz, sadece mahallenin değil, Ortaköy’ün de en gözde ve havalı gençleriydik !… Aramıza sonradan katılan İrfan Arıkan da bize ne çabuk adapte olmuştu ?…
Modern giysilerimiz, briyantinli uzun saçlarımız ve uzun favorilerimizle hemen fark ediliyorduk !… Üstelik başımızda bizlere bir çok derste (!) hocalık ve koçluk yapan usta ve klas Can Cev abimiz vardı… (O’nu da maalesef genç yaşta elim bir deniz kazasında kaybettik)
Bazen hızlı gençler olarak İstanbul’un altını üstüne getirir, bazen se çocuklaşır, evlerimizde kendi buluşumuz olan bir spor dalıyla (!) cebelleşir, aramızda deplasmanlı ligler düzenler, başarısız olduğumuz turnuvalarda ve maçlarda ise fena bozulur, “Fair Play”i maalesef ihlal eder, geceyi birbirimizin burnundan getirir, ertesi güne kadar (!) küs ayrılırdık !..
Merak edebilecekleriniz için hemen bu geliştirmeye çalıştığımız spor dalı hakkında bilgi vereyim.. (Belki heves edenleriniz olabilir ?..) Halı üzerinde 2 ayrı renkte 5’er cam misketten oluşan 2 takım (!) vardır… Ortada bir hafif mika misket, top görevini üstlenmektedir… Amaç, parmaklarımızı kullanarak vuruşlar yaparak, kendi misket oyuncularınızla topa hükmetmek ve rakip kaleye gol atmaktır… Kaleler de nereden çıktı demeyin !… Kale direkleri ince bayrak çıtasından, ağları da, ayıptır söylemesi, analarımızın eskiyen naylon çoraplarından el yapımı, (!) 5×3 cm. ebadında ince işti !… Topa vurmadan rakip oyuncuya (yani miskete) vurursanız faul yapmış oluyordunuz… Hele bu faul ceza sahası içinde olursa “Penaltı” kullanıyordunuz !… Faul atışları tek, taç, aut ve korner atışları çift, diğer tüm oynama hakları 3 vuruşla yapılmaktaydı !… (Ne heyecanlı oyun, anlatamam !..) Bu zevkli ezeli rekabet lise çağlarımızda bile devam etti…
Mahallemizin kızları her nedense hep “kardeş” (!) olarak kaldı… Kız arkadaşlarımızı genelde hep mahalle ve semt aşırı seçmeye özen göstermişizdir… Ne bileyim, belki de bunun altında, bozuşursak, ailelere, konu komşuya rezil rüsva olmayalım gibi haklı ve makul bir çekingenlik ve korku yatmaktaydı ?.. Yoksa Afet ve Deniz, Vesile ve Şükran kardeşlerle Naciye, Sema, Müfide ve Jale kapsama alanlarımızın hep içindeydiler !..
Bir de aşağımızda bir kız öğrenci yurdu vardı !.. Fatih‘lerin üst kattaki dairelerinden sadece bahçeleri değil, balkonları, hatta odaları bile panoramik (!) izlenebilen bu rengarenk ve cıvıl cıvıl mekan, Fatih’in iki yakışıklı ağabeyi Tufan ve Turan‘ın kapsama alanlarına girdiği, en azından bizlere bir notayla gözdağı verilerek yasaklandığı için, kaçak avlanmamız (!) onları baş göz edene kadar sürmek zorunda kalmıştı !…
Ya Lido ile İYİK’nün kızları !.. Harika, Faika, Verda, Mısra, Roksan, Eser, Sedef, İnci, Zeynep, Emy, Selin ve diğerleri… Arada bir yuvarlak masada yaptığımız kare toplantılarımızda, özel cici kardeşler dışında (!) aramızda zor da olsa bir paylaşım oluyordu… Ama bunların çoğu yasak ilişkiler, minik kaçamaklar bazında sınırlı ve kısa kalıyordu !..
Hafta sonları ise, aramızda kim başarır, anne ve babasını misafirliğe yollarsa (!) onun evi “House Party” için özenle hazırlanıyor, plaklar ve pikap iğneleri temizleniyor, telefon trafiğiyle davetli listesi en hassas stratejiler olasılığında hazırlanmaya başlıyordu !.. Tabii ki o kısa zaman birimi içerisinde, çeşitli mütevazı tilkilikler ve senaryolar üzerinde, çoğunluğu ayna karşısında sözlü prova çalışmaları da birbirini takip ediyordu !..
Eeee !… O zamanlar öyle pat dadanak el tutmak, “mucuuuk” diye masum bir buse almak her baba yiğidin harcı değildi !..
Müzik kültürümüz tamamen batıya yönelikti !… Beatles, Elvis Presley, Cliff Richard, Shadows, Frank Sinatra, Charles Aznavour, Nat King Cole, Tome Jones, Demis Roussos, Be Gees, Led Zeplin, Aretha Franklin, Diana Rose, Mat Monroe, Peppino Di Capri, Al Bano, James Brown, Sammy Davis Jr, Mirelle Mathieu, Engelbert Humperdinck, Dean Martin favorilerimiz arasındaydı ve o zamanların modernliğini temsil eden Grundig setlerimizde veya dual pikaplarımızda orijinal 45’lik ve 33’lükleriyle resmi geçit yapıyorlardı !… Bu seçme plakları da hafta sonları sinema seanslarımızdan dönüşte, Beyoğlu’ndaki “Karakedi Plak Evi”nden, adaşım Hasan’dan alırdık !… Ahhh !… dilleri olsa da konuşsalar !… (Neyse… sessiz kalsınlar daha iyi !… Kalbimiz artık o heyecanlara dayanamayabilir ?…)
Biz dört kafadarların bir de nüvesini oluşturduğu bir futbol takımımız vardı !… Genellikle Galatasaraylı olduğumuz için de renklerimiz haliyle sarı-kırmızıydı !… Formalarımız ve sipoplu meşin topumuz, babalarımızın verdiği harçlıklarla o zaman Fitaş Sineması pasajının hemen girişinde bulunan Orhan amcanın minik spor dükkanından alınırdı !… Biz dördümüz, aramıza “Kemikkıran” Turan (Okar) ve “Adam geçmez Beton” Turgut‘u da kattığımız zaman taş gibi bir ekip olurduk !…
Gerçi Hamidiye çeşmesinin yanında, sırtını Yıldız Parkının yüksek duvarlarına dayamış, Taşlık dediğimiz bir futbol sahamız vardı ama adından da anlaşılacağı gibi saha içi irili ufaklı taşlarla doluydu ve biz her maç sonunda gazi olur, oramıza buramıza Şifa Eczanesi’nde, Ziya amcaya pansuman yaptırır, yaralarımızı berelerimizi sardırırdık !… Paramız bittiğinde de Tekel Bayii Engin abiden borç alırdık !…
Baktık Taşlık bizim kalitemize (!) cevap vermez bir hal almaya başladı, kendimize yakışır bir saha arayışına geçtik !… O fotoğraflarından gördüğümüz Wembley Stadının zeminine benzer bir çim saha bizi ancak keserdi !… Sonunda bizim gibi klas futbolculara (!) layik bir saha bulduk !…
O zamanlar, Ulus yemyeşil tarlalardan ve arsalardan oluşan, dağ başı, duman almış bir yerdi ve bizim ziyaretlerimiz dışında in ile cin karşılıklı “Tek kale” oynarlardı !.. Sahamız da sahaydı ha !… O zamanın takımları, Metin’leri, Lefter’leri, Turgay’ları, Can’ları o zamanın Mithatpaşa Stadyomu’nun (Sonradan İnönü Stadı oldu, şimdiki Dolmabahçe Vodafon Arena) çamurlarına bulanıp top teperlerken, (!) bizler yerli Wembley’de (!) (ama gene de çayır sıfatına haiz) Ulus’un çimlerinde havamızı cümle aleme atardık !… Ancak karlı kış günleri ailelerimiz hava kararmadan önce evlerimize dönmemizi şart koşarlardı !… Bunun tek sebebi ise, kış gecelerinde Ortaköy Dereboyu’na kadar inen aç kurt sürüleriydi !… (Bazılarınıza bu anlattığım kurt hikayesi masal gibi gelebilir !… O zaman lütfen, yaşlı, eski bir Ortaköy’lü bulun da bir konuşturun !…)
Ortaköy diyorum da, o eski nazik, güler yüzlü, candan Ortaköy’lüleri nasıl arıyorum bilemezsiniz !..
Mahalle maçlarımızı filme çekip, bizlere sonrasında matinede bedava seyrettiren ancak her akşam bir büyüğü deviren, tüm mahalleyi kontrol altına aldığı balkon kulesinden kesen Cahit (Okar) amcayı, altınsız ama bol dedikodulu “Hanımlar matinesi ve günleri”nin ülkemizdeki öncülerinden ve duayenlerinden Ayşe (Okar) teyzeyi, koca bir yaylayı andıran Amerikan arabasıyla evinin önündeki özel otoparkına, ağzında özel “Havana” purosu ile zıpkın gibi giren, Op.Dr. Muzaffer (Cev) amcayı, sabahları balkonuna çıkıp, uzun donuyla kültür fizik yapan emekli albay Sabit (Ünsal) amcayı, Fatih’i balkonundan “Fafoş ?…” diye çağıran Ulviye teyzeyi, sonraki hayatımda, iki canım kedime isim ilhamı veren biricik kedileri “Tıkır’ı, sıkıştık mı kapısına dayandığımız, Dr. Müyesser (Sözer) halayı ve kibar eşi Yük. Mim. Hamit (Sözer) amcayı, Yukarı komşumuz Vaso’yu, eşi Kerim beyi, kızı Leyla ve oğlu Engin’i, aşağı komşumuz Nahide hanım’ı, herkesin yardımına koşan fedakar Muti ablayı, nazik kapıcılarımız Cemal ve Şevki efendileri, Cemal efendinin, zaman zaman bizim takımda yedek soyunan oğulları Metin ve Çetin’i, 2 apartman üstümüzde zamanın en büyük mağazalarından “Anapa Bonmarşesi”nin dillere destan örnek ailesi “Anapa”ları, ablamız Duyguyu ve cici arkadaşlarımız Afet ve Deniz’i, onların da bir üstünde ki evde oturan voleybolumuzun çok önemli sembol antrenörlerinden Turgay’ı (Karabulak), o zamanların filmlere plato olan sayılı köşklerinden ikisinin sahipleri, Av. Suat amcayı ve sadece benimle geçinebilen, bahçesinin mümtaz bekçisi köpeği “Dasy”yi, ve köşkü dillere destan Dr.Necmettin Polvan amcayı, dev Çoban köpeğimiz “Karabaş”ı, tüm Ortaköy’ün her gün en azından bir kere önünden geçip, “Merhaba” dediği Tekel bayii Engin abiyi, mahallenin “Fahriye abla”sı Ceyda ablayı, pencerelerimizi açıp da karşılıklı akordeonlarımızla atıştığımız, çaldığı Rum parçalara bozulup, Necip Celal tangolarıyla cevap verdiğim, mahallelinin çukulata vaadlerinin bile hızımızı ve rekabetimizi kesemediği tek müzisyen rakibim Agop’u, bana ve yüzlerce öğrencisine “ATATÜRK” ve “Bayrak” sevgisini öğreten, fedakar hocam Edibe öğretmenimi, ayaklarını pergel gibi açarak yokuşu hiçe sayan çevikliğiyle resmen yutan cüce Fazıl amcayı, kazıklamasına rağmen, sebzenin, meyvenin ve de armutun (!) en hassını bulduğumuz manav Gani babayı, rahmetli annemden onay almadan zam yapmaktan ödü kopan kasap Engin abiyi, ayrıca “Kardeşler Kasabı”nı, Manav “Araplar”ı, ağzımızın sularını akıtan, üzerine hala rakip tanımadığım “Soydan turşucusu”nu, o zamanlar hemen hemen hepimizin kellesini arşivinde bulunduran tonton “Foto Özgen” amcayı, ciğerci Arnavut Musa’yı, Dereboyu’ndaki büyük dükkanıyla ülkemizde marketçiliğin ilk tohumlarını atmış olan Sabahattin (Cev) amcayı, bizleri iliklerimize kadar emerek soyup, soğana çeviren, kitabında “pazarlık” , “indirim” ve “veresiye” kelimeleri bulundurmayan kırtasiyecimiz kazıkçı Rum Madamı, her maç sonrası oramızı buramızı pansuman etmekten gına geçiren eczacı Ziya amcayı, Lido’daki yaramazlıklarımızla bunaltıp, erken emekliye ayrılmasına yol açtığımız 10 kişiye bedel yegane personeli Mehmet abiyi kendi tarlasından kopardığı meyve ve sebzeleri at arabasıyla, taze taze kapımıza getiren “Sarı” lakaplı Süleyman abiyi, balığın her çeşidini taze taze tezgahında sergileyen balıkçı İskorpit Mustafa’yı, beni bir bayram, tembelliğinden takım elbisesiz bırakan terzi mezura İsmet’i, Belgin Doruk’un “Şoför Nebahat” tiplemesine ilham kaynağı olan şoför Nebahat ablayı, ekmeğin ve pidenin en hassını çıkaran taş fırınımız Hatipoğlu‘nu, içine koyduğu malzemeler ancak laboratuar testiyle saptanabilen (!) ve kıymalı mı peynirli mi olduğu böylelikle anlaşılan, o leziz börekleri, poğaçalarıyla Ergül Pastanesi’ni, beslenmesi ve bakımı kamuoyuna ve semt sakinlerine terk edilmiş ihtiyar karakaçanı “Öksüz” ile süt dağıtımını aksatmadan ve terkos katmadan (!) yapan sütçü Tevfik efendiyi, Yeşilçam jönlerinden daha fazla acındırarak, fakir ve sefil rolü oynayarak, Ortaköy’lülerin tüm eskilerini ve hurdalarını yok fiyatına, hem de mandal karşılığı alma becerisine çözüm bulunamayan eskici Karakaş‘ı, her mahallede geliş saati belli olan ve dört gözle beklenen kış aylarının macuncu, yaz aylarının ise dondurmacı Seyfi ustasını, “Bebelere balon” sloganıyla uçan balonlarıyla resmi geçit yapan Havalı Şakir’i, Bayramlarda kurduğu hileli minik tezgahıyla Bayram harçlıklarımızı tokatlayan tombalacı “Fırıldak” Necmi’yi, geceleri mahallede göz açtırmayan, keskin düdükleriyle uykularımızı iğdiş eden bekçi Kürt Hayri’yi, Mecidiye Çeşmesi’nden evlere atlar üzerinde, tenekelerle su taşıyan sakaları unutmama imkan, ihtimal var mı ?…
O zamanlar tüm boğazı ayaklar altına alan, 3 katlı, koca bahçeli, saraydan kalma 100 senelik bir ata evimiz de vardı !… Orada 2 bekar, Muammer ve Musavver amcalarım, ailemizin büyükleri Aşupdil nine ve Fatma hala ile kalırlardı ama benim çocukluğumun çoğu zamanı da o evde ve bahçesinde geçmişti !…
Yaz akşamları Barbaros ve Çamlıset açık hava sinemalarında 2 film birden oynar, bahçelerher gece tıklım tıklım dolar, gündüzden yer ayırtılırdı !… Film izlerken, çıtır çıtır çekirdek yiyenlere gıcık oluyordum ama şimdilerde o günleri nasıl arıyorum anlatamam ?…
Dereboyu’nun sonunda bulunan tarlalardan her türlü sebze ve meyveyi kopararak gündüzleri satın almak, geceleri aşırmak (!) mümkündü !…
Güya “Rüya” dediğimiz 2000’lere geldik… 2017’nin ilk ayını bile eride bıraktık bir solukta… Uzay çağıymış, bilgisayar devriymiş, iletişim mükemmelmiş, tıp ilerlemiş, Türkiye çağ atlamışmış !… Ne yazar ?…
Dünya’da barış kelimesi ayaklar altına alınıp çiğnenmiş, sevgiler şarkılarda kalmış, romantizm ve aşk masallarda bile yok olmuş, sadakat bitmiş, yardımlaşma, paylaşma unutulmuş !…
Memleket bir tuhaf olmuş, İktidar partisi tarafından halk ötekileştirilmiş… Atatürk devrim ve inkılapları hayasızca tartışılır olmuş, sıra layik, demokratik bir hukuk devleti olan Türkiye’mizin anayasasına gelecek kadar cüret bulmuş…
Ekonomi bitmiş, sanatın içine tükürülmeye başlanmış, o eşsiz amatör sporumuz rant pastasında erdemini kaybetmiş… Dış mihrakların ülkemizi bölmek için beslediği illegal terör gurupları kahpece katliamlar yapar, elini kolunu sallayarak içimizde dolaşır olmuş, can ve mal güvenliğimiz tesadüflere kalmış…
Bizleri biz yapan ataerkil özelliklerimizi, karakterimizi kaybetmişiz…
Dostluk, kardeşlik, arkadaşlık, yardımlaşma, paylaşma, vicdan, dürüstlük ve namusu ara ki bulasın ?…
Yeşiller, ağaçlar nerede ?… Hormonsuz ürünler ?… Katkısız besinler ?…
Denizlere ne oldu ?… İsimlerini, türlerini unuttuğumuz balıklar nerelere göç ettiler ?…
Geçmişimi arıyorum !…
Verin bana gençliğimi, geri verin !…
Hala doyamadığım, günden güne daha değer kazanan, özlediğim gençliğimi ?…
Bir günlüğüne, hatta bir saatliğine bile olsa n’olur geri verin !…
İşte o yüzden eski Türk filmlerini çok seviyorum… Seyretmeye doyamıyorum !… Bana bir tadımlık bal misali bile olsa o günleri getirdiği ve sergilediği için !… Bana geçmişimi hatırlatıp, anılarımı bağışladığı için !…
Birazdan Ayhan Işık’la Belgin Doruk’un bir filmi var !… Siyah-beyaz bile olsa mutlaka seyredeceğim !.. Pierre Loti’de belki çay içecekler, Boğazın sırtlarında bir ağacın altında öpüşecekler… Suphi Kaner, Sami Hazinses, Cevat Kurtuluş ise tüm sevimlilikleriyle bu ölümsüz aşkı, Hüseyin Baradan, Ahmet Tarık Tekçe, Danyal Topatan gibi kötülere karşı canları pahasına korumaya çalışacaklar… Sonunda İyilik, güzellik ve aşk kazanacak !… Yani anlayacağınız şimdilerde olmayanlar, unuttuklarımız !… Artık kulaklara bile yabancı gelen, evet o unuttuğumuz özelliklerimiz !…
Ah bir sihirli değneğim olsaydı !… Zaman tünelinde o günlere yolculuk edebilseydim ? İnanın hiç geri dönmez, oralarda kalıverirdim !… Varsın cep telefonum, renkli televizyonum, bilgisayarım, internetim olmasın !… Bir pilli radyo, bir grundig teyp, bir dual pikap, 45 ve 33’lük plaklarım nelerimi görmez ki ?… Varsın çağdaş ilaçların tümü yok olsun !… Aspirin ve Gripin yeter de artar bile ?… Hele enerji içeceklerini, kolalı zıkkımları hiç aramam !… Gürül gürül akan Mecidiye çeşmesi neyime yetmez ?…
Evet, evet gerçekten geçmişimi arıyorum !…
Verin bana gençliğimi, geri verin !…
Hala doyamadığım, günden güne daha değer kazanan, özlediğim gençliğimi ?…
N’olur geri verin ?…
https://www.youtube.com/watch?v=k7cQUWcnu4U